E
şim ve ben. Ellerimizde yiyecek poşetleri ile sonradan yapılmış tarihi evlerin arasından geçiyoruz. Yollar dar, parke döşeli. Yürümek oldukça zevkli. Yapmacık da olsa tarihin yalancı bir kokusu var. Sahte parfümler gibi. Tarihi evlerin arka sokakları bir başka. Farklı bir dünya. Yıkık dökük evler. Sanki savaştan kalma. Heyecanlıyım. Yeni insanlarla tanışacağım. Aynı coğrafyanın farklı insanları. Bir savaşın enkazından çıkıp gelmiş bir aile. Aramızda sadece bir dil farkı var. Ama gönül dilinin bunu çözeceğini düşünüyorum. Eşim ailenin en büyük kızını bir vesile ile tanımış. Eğitimci gözüyle baktığından onda bir ışık görmüş. Daha okuma yazmayı yeni çözüyor. Ailesi ile tanışmak isteyince biz de düştük yollara. Elimiz boş gitmeyelim dedik. Önümüz bayram. Hiç olmazsa bazı ihtiyaçlarını görmüş oluruz. Çam sakızı çoban armağanı.
Eşim ve ben. Arka sokaklarda evlerin tahta kapılarına bakarak ilerliyoruz. Eşim bir evin yeşil kapısını gösterdi. “İşte!” dedi. “Yeşil kapının yanındaki kapı.” Evin adresi bu. Ben hayatta bulamazdım. “Ya ev sahibi tahta kapıyı da yeşile boyasaydı. O zaman nasıl bulacaktık evi?” diye geçirdim içimden.
Kapının üzerindeki delikten sarkan siyah bir ipi fark ediyorum. Ne işe yaradığını çözmeye çalışırken eşim ipi çekiyor. Tahta kapı gıcırtıyla açılıyor. Dar bir yol çıkıyor önümüze. Kısa. Sağlı sollu evler daha doğrusu odalar. Önlerinde oturan insanlar. Aralarından geçiyoruz. Bir kapının önünde duruyoruz. Eşim kapıyı tıklatıyor. Açılıyor biraz sonra kapı. Kucağında bir yaşlarında bir çocukla genç bir anne karşılıyor bizleri. Gözleri parlıyor. Kapısını çalanlara bakıyor uzun zaman. Şaşkınlığı her halinden belli. Genç annenin imdadına küçük kızı yetişiyor. Annesinin arkasından kafasını uzatmış bize bakıyor. Eşimi görünce kucağına atlıyor. Uzun süre bırakmıyor. İki baş daha uzanıyor genç annenin arkasından daha sonra. Meraklı gözlerle bizlere bakıyorlar. Gülümsüyorum onlara. Gülümsememin ardından tüm gövdelerini gösteriyorlar çekinmeden. Onlar da bana gülümsüyorlar. Diz çöküyorum karşılarında. Açıyorum ellerimi dua eder gibi. Bekliyorlar bir süre. Anneleriyle göz göze geliyorlar. Bekledikleri onayı aldıktan sonra bir ok gibi fırlıyorlar. Kucaklaşma faslı bittikten sonra giriyoruz içeriye. Solda kapalı bir kapı var. Galiba tuvalet. Sağda ise mutfak olarak kullanıldığını düşündüğüm başka bir yer. Bir lavabosu var ama altı yok. Kocaman bir kova duruyor suyun gittiği yerde. Mutfakta gözüme ne bir tezgâh çarptı ne de bir raf. Sadece bir masa var. Üzerinde bazı yiyecekler. Yokluğun ilk görüntüleri orada çıkıyor karşıma. Kaldıkları tek göz odaya giriyoruz. Oda yarım duvarla bölünmüş ama yine de bir oda büyüklüğünde. Yerde iki üç hasır serilmiş. Etrafta ise yine iki üç yastık. Bölünmüş yerde üst üste yığılmış yatak olduğunu düşündüğüm şeyler. Başka mı? Başka da bir şey yok. Sadece yokluk. Yokluğun içinde gülen yüzler var. O da odayı doldurmaya yetiyor. Ben ise hala şaşkınım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Kendimi atıyorum yere. Duvara dayanmış yastığa veriyorum sırtımı. Nereye geldiğimi düşünüyorum. Savaşın acısını ilk defa o zaman hissediyorum derinden. Televizyonda izlemeye benzemediğini ilk defa o zaman farkına varıyorum. Bir ara genç annenin gözüne poşetler ilişiyor. Eşime dönüyor. Bozuk Türkçesiyle “Neden zahmet ettiniz. Bizim her şeyimiz vardı.” Diyor. Ben bir genç anneye bir de poşetlere bakıyorum. Zenginliğin mal varlığıyla değil, gönül tokluğuyla olduğunu orada daha iyi anlıyorum.
Bu arada babanın da iş bulmak için şehir dışına gittiğini söylüyor genç anne. Genç annenin dört çocuğuyla tek göz odada yalnız kaldığını öğreniyorum. Gurbet içinde gurbeti yaşıyorlardı adeta.
Sohbet koyulaşıyor kadınlar arasında. Ne de çok ihtiyacı varmış genç annenin konuşmaya. Ben de bir süre diğer çocuklarla oynuyorum. Epey zaman geçiyor aradan. Ayrılma vakti gelip çatıyor. İzin istiyoruz genç anneden. Kalkıyoruz ayağa. Bir sürede ayakta devam ediyor konuşmalar. Genç anne ve küçük çocuklar siyah ipli kapıya kadar uğurluyorlar bizi. Genç anne, eşime “Yine bekleriz.” Diyor. Eşim de “Bayrama geliriz.” Diye cevap veriyor. Ortalık biranda sessizleşiyor. Genç anne şaşkın şaşkın eşime bakıyor. Daha sonra “Bayram mı? Ne zaman?” diye soruyor. Genç anne ve ailesi zaman kavramını bile unutmuşlar. Onlar için zaman, geldikleri yerde enkazların altında kalmıştı sanki. Biran için bugünün tarihini sormak istiyorum. Daha sonra vazgeçiyorum. Ne önemi vardı? Gün bizim için değil miydi? Mutlu olmak için zaman mı gerekliydi? Onlar zamanın olmadığı yerde gülemiyorlar mıydı?
Eşim durumu düzeltmeye çalıştı. “Allah izin verirse önümüzdeki hafta geliriz. Oturur bol bol konuşup, dertleşiriz.”
Genç anne, bayramın farkına ancak o zaman vardı. Bayram onun için konuşmak, dertleşmekti.
(Bu hikâye ÜSLÛP Dergisinin Eylül-Ekim 2017 Sayı 53’te yayımlanmıştır.)